Pazar, Şubat 19, 2006

AYDINLIK ANKARA

MİMARLAR ODASI ANKARA ŞUBESİ
“KENT ve MİMARLIK” panelinden
20.09.2003

...
SAİT KOZACIOĞLU-
Aslında böyle yeni bir konuda, yani yeni tartışmaya başladığımız bir konuda belki de, en iyi yöntem filin tariflerini biriktirmek. Herkes algıladığı kadarıyla bir açılış yaparsa, sonunda doğruya oldukça yakın bir tanımlar dizisi oluşturabiliriz diye düşünüyorum. Ben de bu anlamda “ben nasıl bakıyorum?” diye konuşabilirim, ama bu söylediğim usul hakkında.

AKIN ATAUZ- Sait’in önerisi, bence de iyi bir öneri, çünkü yeni tartışmaya başlıyoruz ve şimdilik genel olarak düşüncelerimizi bir sayalım, sonra onu gruplandırmak, sınıflandırmak mümkün olduğu kadar birlikte yapabilirsek yaparız, yapamazsak devam ettiğimiz toplantılarda böyle bir yol izleyebiliriz.

Yalnız bir şeyi daha hatırlatmak istiyorum: Sait şimdi söylemedi, ama biraz önce dışarıdayken “‘Kentler ve Mimarlık’ kadar büyük bir başlık altında bakmak yerine, ‘Ankara kenti ve mimarlık’ diye birazcık daha özgülleştirilmiş, somutlaştırılmış bir başlık olarak bakmak, belki söyleyebileceğimiz şeyleri daha somut ve düzenli söylemeye de yardımcı olabilir” demişti.

Bu düşünceyi onaylıyor musunuz? Yani genel olarak herkes “Kentler ve Mimarlık” konusu altında, nasıl kentlerle ilgili düşüncelerini oldukça serbest ve geniş bir şekilde tanımlamaya başlayabilir. Bu tanımdan kalkarak, daha sonra bir sınıflandırma, gruplandırma, bir yapı oluşturmaya doğru yönelebiliriz. “Hayır” diyen olmadığına göre, tamam herhalde.

SAİT KOZACIOĞLU- Bu toplantının programı bana bir hafta kadar önce geldi, ben de onun üzerine düşünüyorum, hızlı olarak da düşündüklerimizi size aktarmaya çalışayım, çünkü çok az bir zaman var.

Bunlardan biri; gerçekten olayı daha önce Akın’ın bahsettiği gibi, Ankara özelinden yaklaşmak, yani kentleşme konusunu ihmal etmeyelim, ama böyle bir genelliğe Ankara’dan gitmeye çalışmak, bence daha verimli olur diye düşünüyorum, yani yöntem olarak daha verimli olur.

Bir de, şu anda aktüel, yani yerel yönetim seçimleri yaklaşırken, belli bir aktüelliği var. O iki yasa tasarısı, o yasa tasarıları da herhalde kadük olacak. Onlar bildiğim kadarıyla, bir dört senedir Mecliste görüşülüyor, komisyonlarda dolaşıp duruyor. Ama bu yönetimle çıkar mı, çıkmaz mı; o kadarını bilemiyorum. Ankara’dan giderek söyleyebileceğimiz şeylerin başında, yani benim söyleyebileceğim şöyle: Bu şehir hayatiyetini kaybetmekte, yani Ankaralılar olarak bunun farkına varmamız lazım. Bu şehir 70’lerdeki halinde değil, zaten çok kan kaybetti, yani kendi gerek entelektüellerinden olsun, gerek zanaatkârlarından olsun, 80’ler ve 90’lar boyunca hem Ankara’nın bu semtlerinden, hem de Ankara’nın daha kuzeydeki semtlerinden çok sayıda insan İstanbul’a göç etti. Bunun bir nedeni var, yani bu hem bir neden, hem de bir sonuç. Şehir hayatiyetini bir şekilde kaybediyor. Bunda büyük ölçüde ben yerel yönetimlerin yönetimsizliğini de fark etmekteyim. Onun için şu aktüel durumda bunun üzerine gitmemiz iyi olur diye düşünüyorum.

Bütün bu tartışmalardan sonra bir mesaj oluşturacağız. Bu mesajımızın tabii bir taşıyıcısı olacak. Bana göre mesajlar için en iyi taşıyıcı, bir slogandır, yani bizim bir slogan üretmemiz lazım. Mesela, ben burada birkaç tane önerebilirim, başkaları da önerebilir. Ama bizim Ankara için bir slogan üretmemiz lazım ve bu sloganla bu kent için düşündüklerimizi aktarmamız gerekiyor. Bu slogan çarpıcı da olması gereken bir şey elbette, ama ayakları da yere basmalı. Bence, mesela bir “aydınlık Ankara programı” gibi bir söz, Ankara için düşündüklerimizi, eleştirilerimizi ve öngörülerimizi programatik bir çerçevede bir araya getirebilir. Böyle bir ibare bunu da, bir slogana dönüştürebilir. Bunun içini de doldurmak, yani gündelik hayatımızdan yola çıkarak aslında çok kolay. İki yönlü bir aydınlıktan söz ettiğimizi anlatabiliriz.

Biri, fiziki olarak bu şehir ışıklandırılmıyor, yani en büyük sorunlarından biri ışıklandırılmıyor. OECD ülkeleri başkentleri içinde bu kadar karanlık bir şehir de yoktur, bizden daha düşük milli gelir seviyesi olanlar da dahil olmak üzere. Bunun ışıklandırılmaması da, gerçekten birtakım güvercin kafaların filan ürünü. Şuradaki belediyenin, tabii o tasarımsız ışıklandırmasına karşı, Ecevit’in tepkisini ben gazetelerden okumuştum. Ama tasarımsızlığına karşı çıkmıyor, sadece israf diye karşı çıkabiliyor. Bir kent bir güvercin kafasıyla nasıl algılanabiliyor, onları da öylece görebiliyoruz. Bunları aşabilecek, gerçekten Ankara’ya aydınlık bir bakış getirebilecek bir programı buralardan üretebileceğimizi düşünüyorum.

İkincisi; mesela bu yaya bölgelerimiz. Böyle bir kentin yaya bölgesiz olması düşünülemez, ama bu yaya bölgeleri bugün delege simsarlarına büfe tahsis etmek için kullanılıyor. Bunları buraya getirebileceğimiz veya karşılaşacağımız bütün belediye başkan adaylarının yüzüne karşı açıkça söylememiz lazım. Bunlar bilinmeyen şeyler değil, yani kibarlığı da bir tarafa bırakmamız gerekiyor.

Aydınlık kavramının ikincisi, Ankara konumu itibariyle bu ülkenin bir kültür başkenti. Aslında sadece kültürün de ötesine giderek, özellikle kış aylarında bir rekreasyon başkenti de olabilecek bir konumdadır. Ama bazı şeyleri Ankara’da yanlış yapıyoruz. Mesela, dikkat ederseniz, bütün festivaller hep Mayıs ayının ilk haftalarında yapılmaya çalışılır, yağmur altında hepsi de perişan olur. Halbuki, Ankara’nın güzel ayı Eylüldür, yani festival burada Eylül ayında yapılabilir. Eylül ayında yapılabilecek bir festival Ankara’nın yeni eğitim sezonuna başlarkenki o şevkini, heyecanını da örgütleyebilir. Bunun için ben bir “Ankara festivali” diye, İstanbul’dakiler kadar kurumlaşmış ve onlar kadar tabanı olan bir şeye öncülük etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Birtakım yerel yönetim adaylarından filan da bunlar için bir -taahhüt- kendilerini bağlamalarını istememiz de gerekebilir.

Yapılabileceklerin dışında şu anda yapılmayanları da var. Ankara öyle bir yer ki, hiçbir kütüphanesini kullanamazsınız. Nereye gitseniz, “devlet memuru musun? Kâğıt getir” O kâğıdı getirsen, saat 17.30’da kapanır. Ankara Resim Heykel Müzesi, -ben onun restorasyon projesini de yaptım, onun için çok iyi biliyorum- bildiğim kadarıyla son 10 yıldır devamlı kapalı, şu anda da kapalı, yani ben bir hafta önce gittim yine kapalıydı. Ne var? Tadilat. Ne bitmez tükenmez bir tadilat. Ama salonu kullanılıyor. Salon da okul müsameresi etkinlikler için kullanılıyor. Biri de, bizim tarihi kentler toplantısı oldu. Bence okul müsameresinden de daha kötü toplantıydı. Biz Ankara’daki bu mevcutları kullanamadığımız gibi, 80’li yıllarda, 90’lı yıllarda kentin talepleriyle, kentin ihtiyaçlarıyla ortaya çıkmış olan projelerimizi tamamen unutmuş durumdayız. Atatürk Kültür Merkezi şansız bir yapılaşma olabilir, fakat özellikle de bu karanlık ve ulaşımsızlık yüzünden terk edilmiş, akşam saat 17.30’da kapatan bir izbeden ibaret, yani AKM gibi Ankara kültür hayatının bir çekici noktası olması gereken bir yer.

Benzer bir şekilde, senfoni orkestrasının yapısı için bir yarışma yapılalı 11 yıl olmuş. Aynı şekilde Devlet Opera ve Balesi için yarışma yapılalı 10 yıl olmuş. Bunların inşaatları daha henüz temel seviyesine bile geçmemiş durumdadır. Bunları bir şekilde bizim, Bayındırlık Bakanlığının ve Kültür Bakanlığının yapamayacağını da görüp, bir şekilde yerel yönetimlere buna sahip çıkması ve bunlara el koymasını talep etmemiz lazım. Bu yapılar olmadan, zaten Ankara’da kültür başkenti filan olunmaz. Ama bu yolda atılacak adımlar, ille de büyük yatırımlar, büyük masraflar getiren şeyler de değil, mesela bizim Eylül ayında Ankara’da 10 yıldır her yıl olan bir yapı fuarı oluyor. Biz bunu şimdiye kadar, hiç mimarlığın sergilenmesi, mimarlığın eleştirilmesi, mimarlık için bir ışık tutulması olarak kullanamadık. Bu yoksa, aslında belli bir çerçevede içinde kolaylıkla örgütleyebileceğimiz ve o Yapı Fuarına gelen insanlara Ankara ve mimarlık üzerine bir şeyler anlatabileceğimiz bir imkân, Ankara’nın önemli fuarlarından biri. Belki o “festival” dediğimiz olay da, bu fuarlarla bu şekilde entegre edilmelidir. Ama bütün bunlar için aslında aydınlık bir bakış açısı gerekiyor, yani “aydınlık” kelimesini üçüncü kullanışı da bir yerde o, yani bakış açımızın aydınlık olması gerekiyor. Böyle bir çerçevede yaklaşırsak, o zaman bu kentlerin kutsanması gibi bir kavram altında bu UIA programına da bir katkıda bulunmuş oluruz. Önce bu şehrin hayatiyetini kaybetmesini engelleyecek unsurları bulup, onlar üzerinde de düşünerek bunu yapmamız lazım. Ankara ne kadar çok sanayi çarşısı da yapılsa veya organize sanayi bölgesi de yapılsa, yine o 70’lerdeki konumunu Türkiye’de geri kazanamaz. Ama bütün bu kültürel imkânları seferber ederek ve sokaklarını akşamlarını yaşanabilir bir hale getirerek, büfelerin istilasından kurtararak çok adım atabilir diye düşünüyorum.

Burası bütün Anadolu’dan 3-4 saat mesafede birçok il merkezi var, onlar için bir çekim kaynağı haline gelebilir. Aslında Paris’in, Londra’nın, Kopenhag’ın, Roma’nın esas geçimi de budur, yani bunlar yabancı turistlerden çok, kendi hinterlantlarının bu ihtiyaçlarını karşıladıkları için, başkent görevini görmüş olurlar ve kent olarak da çalışır hale gelirler.

Benim kısaca söyleyeceklerim bunlar.

...

AKIN ATAUZ- Sait tasavvurlarımızın nasıl olabileceğinden bahsetti. Güven bu tasavvurlarımızı oluşturmak için ve arkalarını güçlü bir şekilde doldurabilmek için bilgi eksikliklerimizden söz etti. Arda ise, “bu bilgi eksikliklerimizi diyelim ki tamamladık ve bir program oluşturduk. Bu programın iletişim strateji, bu programı içinde yaşadığımız toplumla bir ilişki içinde geliştirebilmek ve onlarla tartışabilmek strateji nasıl olmalıdır; buna da dikkat edelim” dedi. Yani üçü de birbirine ardına eklenen üç dikkatle durmamız gereken konu.

SAİT KOZACIOĞLU- Ben Arda arkadaşın “umutsuz” kelimesini çok kullanması üzerine bir şeyler söyleyeyim. Aslında bu kötümserliği hiç yer yok, yani şimdi tartıştığımız ve eleştirdiğimiz şeylerimizin durumu açısından bile bakarsak, dünyanın en büyük başarı hikâyelerinden birini eleştiriyoruz. Hiçbir ülke 50 yılda nüfusunu büyük oranda Türkiye'deki gibi kentleştiremedi. Bu kentleşme sürecinde de yaşanan şeyler, Londra’sında da, Paris’inde de veya aklınıza gelen bütün diğer metropollerde de buradan daha berbat oldu. Onun için biz aslında büyük bir başarısızlık zincirinin bir son halkasını eleştiriyor değiliz. Aslında biz büyük bir başarı öyküsünün rayına oturması için çalışıyoruz. Gerçekten Türkiye'nin kentli nüfusu 2 milyon, bugün 60 milyonun üzerinde; bu çok ciddi bir olay. Bu mimarlarıyla, mühendisleriyle, inşaat işçileriyle, müteahhitleriyle herkesin payının olduğu ve bence de alkışlanabilecek bir olay. Onun için hiç de öyle bakmayalım. Ama neye bakalım? Bu nereye gidebilir, nasıl düzelebilir? Ona bir bakalım.

Bu bilgi eksikliği konusunda da, ben aslında şunu söylemek istiyorum: Bu zor bir kavram, yani “eksik olan şey bilgi eksikliği” dediğiniz zaman, böyle tam bir felsefi çukura düşüyoruz. Çok dikkatli olmak lazım, o zaman bilgi değil o. Bilmiyorsak bir şeyi, zaten onun ne kadar bilgi olduğu çok belli değil. Onun için biz aslında bildiklerimizle yola çıkmak zorundayız. Mantık yürütürken de, böyle üzerine basılabilecek taşlara dikkat edilmesi gerekiyor. Ama senin söylediğin çok önemli, yani 2020 yılında veya bugünlerde herkesin ağzında 2023 yılında, Cumhuriyetin 100 üncü yılı. Dönülüp bakıldığında, 2003 yılı bir dönüm yılı olabilir mi? Bunun olabilmesi için neler yapmalıyız ki, biz buradan programatik sonuçlar çıkarabiliriz, çok verimli bir bakış tarzı aslında bu. “84’te şunlar oldu, ondan dolayı da bunlar oldu” gibisinden “o dönüm yılıydı” diye eleştirilerimiz için kullandığımız gibi, aslında bu yaklaşımla onu 2023’ten bakıldığında bir dönüşüm yılı olabilmesi için bu yılın, ne yapılması gerektiğini, hangi programın ortaya çıkması gerektiği için de kullanabiliriz. Onun içi o da çok verimli bir bakış tarzı, onu da bir şekilde entegre etmemiz lazım diye düşünüyorum, yani 2020 yılına veya 2023 yılına yönelik bir program yapmak kadar, oradan dönerek bugün ne yapılması gerektiğini çıkarmak da çok önemli.

Ben Ankara dışında mimarlık yapıyorum ve gerçekten Mimarlar Odasının diğer şubelerinin, belediyelerin, diğer TMMOB üyesi odaların, başka kuruluşların valilikle ve belediyelerle ilişkileri Ankara’dan çok daha düzeyli ve örgütlü olarak gidiyor. Birçok şey var, mesela Adana’da, Mersin’de, İzmir’de var. İl koordinasyon kurulları diye ayda bir toplanan, bizim Mimarlar Odası şubesinin de olduğu, büyükşehir belediye başkanının da geldiği, öbür belediye başkanlarının veya imar dairesinden adamların da geldiği böyle bir ortak forumlar var. Ankara’da bir türlü bunları gerçekleştirememiş durumdayız. Aslında “Ankara hayatiyetini kaybediyor” derken, biraz da bunları düşünerek söylüyorum.

Bir de, çok içeriğini bilmeme rağmen, Gündem 21 diye bir inisiyatif var, o da bu saydığım şehirlerde, daha çok sivil toplum örgütleri ve akademik kuruluşlarından kişilerin katkılarıyla yürüyor. Tam ne olduğunu bilmiyorum, ama mesela, bu gibi konuların kentteki seçilmiş yöneticilerle konuşulabildiği forumlar. Bu şu andaki belediyelerin yapısıyla, herhalde devlet merkezindeki valinin de kendisini çok hareket kabiliyete içinde bulamaması nedeniyle Ankara’da aşağı yukarı imkânsız gibi görülüyor. Ama bunları da hatırlamakta yarar var, bir şekilde taşradan da bunları getirmemiz gerekecek.

AKIN ATAUZ- Sait birinci konuşmasında Ankara’nın bir kültür başkenti olmasının, Ankara’ya nasıl ... söyledi; şimdi de herhangi bir kentin gelişebilmesi için, kentin örgütlenmiş kurumlarının, sivil toplumunun seçilmiş yöneticilerinin vesaire bir araya gelebileceği demokratik süreçlerin ne olabileceği üzerine söyledi. Yani ikinci söylediği, “birincisini yapmak için kullanabileceğimiz bir aracı nasıl geliştirebiliriz?” sorusu gibi gözüküyor bana.

...

SAİT KOZACIOĞLU- Sedvan’ın açtığı konu var, kaybolmasın diye bir de ben altını çiziyim. Bu da, bizim bu kentlere mimar olarak yaptığımız projelerle nasıl katkıda bulunuyoruz? Burada da bazı terslikler var. Gerçekten bu iki önemli kültür yapısını, ihtiyaç programını hazırlayan, Bayındırlık Bakanlığında, Kültür Bakanlığında çalışan mimarlar, onlara arsa seçimi yapanlar, bu yarışmaya girenler, bu yarışmada jüri üyesi olarak bulunan mimarlar, yani şöyle bir bakarsanız 50’ye yakın mimar bu işten etkin olmasına rağmen, gerçekten iş başından sonuna yanlış. Sedvan’ın söylediği çok önemli.

Ben 10 yıl Danimarka’da, belediyede de mimar olarak bulundum. Türkiye’de çok kutsadığımız bu yarışma sürecinin orada bu aksaklıkları görülmeye başlamıştı, yani bizim şu anda söylediğimiz aksaklıkları görülmüştür. Çünkü, bunlar çok kapalı kapılar ardında oluyor, yani yarışma da olsa sonuç olarak bir meslek topluluğunun dar bir grubunun içinde olup bitiyor bunlar. Bunların yerine birtakım yöntemler geliştirilmeye çalışılıyor ve şu anda da aslında epey yerde uygulanıyor. Fakat nedense, bizim Şubenin Bültenin geçen sayısında bu çok talihsiz bir şekilde yansıtıldı. Bu da, bu workshop’lar meselesi, yani oradaki birtakım eski kafalı mimarların “aman telif haklarımız elden gidiyor” veya “biz nasıl iş alacağız?” gibisinden, hani iş kaygılarını öne çıkararak böyle yazılar bültende çıktı. Aslında bu gibi sorunların aşılması için önemli bir yöntem o, yani bizim de aslında o yöntemi belki sadece şu anda Ankara Şubesi Dergisinde duyurulmuş oldu, ama negatif duyuruldu. Onun pozitif yönlerini de ortaya çıkararak anlatmamız lazım, yani projelendirme süreci nasıl katılımcı bir hale getirilebilir? Bu da, bizim kente karşı kendi sorumluluğumuz. Bu da, “katılımcılık” diyerek, son kullanıcıyı da getirip, söz hakkı vermek şeklinde de olamıyor maalesef. Bunun da süreçleri, katmanları, belli pratikleri var. Bunlardan da öğrenip, kendimize de belki çekidüzen vermemiz gerekiyor. Bu konuya Sedvan işaret etti, ben onu önemli buluyorum.

Bir de, şöyle bir tarafı var: Biz genellikle belediyelerle yaptıkları şeyler için takışıyoruz. Mesela, caddelerin üzerine yaya köprüsü yapıyor, alt geçit yapıyor ve takışıyoruz. Yapmadıkları için takışmıyor. Halbuki, böyle bir programatik yaklaşım, yani ilk konuşmama geri dönüyorum ve bunun birtakım sloganlarla taşınabilir hale gelmesi, bence yapılacaklara, yapılması gerekip de yapılmayanlara yol gösterici olacak. Bunu da, çok önemli bir şekilde kentin yeniden canlandırılması için bir program olarak sunmamız gerekecek. Kentteki yerel ekonomi ve bu yerel ekonomideki aktif unsurların desteğini sağlayan bir program oluşturmamız gerekecek. Yoksa, daha önceki seçimlerde, bir önceki seçimlerde veya ondan önceki seçimlerde hazırlanan broşür gibi, güzel, etkileyici, fakat sonuç olarak etkisiz bir çalışma haline de gelebilir, yani bir yerde unutulup kalabilir. Bu program ve programın sloganlarla taşınabilmesi ve bunun kentin ekonomisiyle ilişkilendirilmesi ve bu ekonominin unsurlarını da bu programa yandaş olarak kazandırılması benim esas önerim.
...