Perşembe, Aralık 13, 2007

Mimarlık Pratiğinde Dönüşüm

20. YÜZYIL MİRASI

Mimarlık dediğimizde 20. yüzyılda tanımlanmış bir mimarlık pratiğinden söz ediyoruz. Mimarlık tartışmamız hala geçen yüzyılda gelişen mimarlığın kavramsal çerçevesi ile belirleniyor. Dünyada ve ülkemizde 20. yüzyıl her şeyden çok bir büyüme çağı. Bu yüzyıl tüm dünyada mimarlık pratiğini yeniden yarattı. Hızla artan, hareketlenen ve yoğunlaşan nüfusun hem çeşit hem de miktar olarak artan etkinliklerinin barındırılması yeni bir mimarlık pratiğinin ortamı oldu.

Artık bu büyüme dünyada fiziki sınırlara çarpmakta, ülkemizde de düğümlenen kentsel dokularda sıkışmakta. 20. Yüzyılda gerçekleşen büyüme nüfus rakamlarında kolayca izlenebiliyor; aynı kolaylıkla da göz ardı edilebiliyor. Her yerde her zaman karşılaşabileceğimiz fakat bu bağlamla ilişkisine dikkat etmeyebileceğimiz iki grafiğe tekrar bakmakta yarar var.

Dünya nüfusunda artış

Türkiye kent nüfusunda artış


Bu tabloların gösteremediği bir olgu artan nüfusun kişi başına tüketiminin de yüzyıl boyunca gösterdiği artış. Grafiklerin gösterdiğinden çok daha sert bir fiziki büyüme söz konusu.
Yüzyıl mimarisine damgasını vuran Modern Mimarlık hareketinin 1920’lerde ortaya çıktığını, o yıllarda ki büyümenin bugüne göre neredeyse yatay bir seyir gösterdiğini; büyümenin 1950’lerde hızlanması ile birlikte Modern Mimarlık hareketinin de “ana akıma” (mainstream’e) dönüştüğünü, “Uluslararası Tarz” (International Style) olarak hakimiyet kurduğunu bu grafiklerden de takip edebiliyoruz.

BÜYÜMENİN SINIRLARINDA

20. yüzyıl sona erdiğinde (1990’lar, 2000’ler) bu uluslararası tarzda kendini eskitmişti. CIAM’in şehircilik vizyonu büyümeye yenilmiş, yarım yüzyıl boyunca tekrarlana gelen cam ve çelik kutu şablonu çevreye özensizliğin sembolü olarak görülmeye başlamıştı. Esas olarak eskiyen plan/kesit kaynaklı “streamlined” tasarım. Konvansiyonelleşmiş modern tarz, yapı arzının büyük kısmını biçimlendirse de, artık tasarım sayılmıyor. Mimarlıktan inşaatçılığa itilmiş durumda. “Landmark” mimarlık için form ve cephe kaynaklı yaklaşımlar yarışıyor. Büyüme mimarisinden tükeniş mimarisine geçişi yaşıyoruz.


Ülkemizde mimarlığın asıl konusu kentleşme. Nüfus grafiği üç dönemi ayrıştırmamıza yardımcı oluyor: 1950 öncesi, 1950-1980 arası ve 1980 sonrası. Büyümenin sınırlı olduğu 1950 öncesi esas olarak bir hazırlık dönemi; bu dönemde ortaya çıkan en önemli mimarlık pratiklerimiz Seyfi Arıkan ve Bruno Taut yapıları 1950 sonrasında Uluslararası Tarz’a geçişi kolaylaştırıyor. 1950-1980 dönemi kentsel büyüme dönemi. Grafiğin gösteremediği bu büyümenin gecekondulaşma ile sağlandığı. Konut arzının büyük ölçüde gecekondulaşma ile sağlandığı bu dönemde mimarlık kamu yapılarına ve diğer kamusal kullanımlara sınırlı kalıyor. Uluslar arası tarz ile uyum içinde ürünler veriliyor. Mimarlığımızın kapsam olarak sınırlı, fakat uygulama imkanı bulduğu dar alanda mesleki olarak yeterli olduğu bir dönem bu. 1980 sonrasında gecekondu bölgelerinin imarlaştırılması dönemine mimarlığımız hem niceliksel hem de niteliksel olarak hazırlıksız giriyor. Bu dönemde mimarlığın kapsamındaki olağanüstü gelişme, mimarlık kaynağının kısıtlılığı ve örgütlenme zaafları (12 Eylül rejimi kısıtlamaları) nedeniyle mimarlık pratiğinin de sulandırılmasına (seyreltilmesine) neden oluyor. Gecekondu yerine mimar eliyle niteliksiz konutlar, niteliksiz konut bölgeleri üretilmesi bu hızlı büyümeye hazırlıksız pratiğimizin sorumluluğu. Bu dönem aslında 1999 depremleri ile sona erdi. Pratiği devam ediyor fakat meşruiyetini yitirdi. Bu anlamda Dünya’da nasıl 1992 yılı 20. yüzyılın sonu olarak görülebilirse, bizde de bu depremlerle sona erdi.

BAĞLAMSIZ MİMARLIK


Bu ortamda Türkiye’de mimarlık pratiğinin öne çıkan özelliği bağlamsızlığı. Yitirilmiş kentsel doku yeni mimarlık ürünlerine bir bağlam sağlamıyor. Elde edilmiş kentsel dokunun zafiyetleri “Kentsel dönüşüm” yağmacılarına ve “tarihi doku” havarilerine ortam sağlıyor. Kentlerin ulaşım ve donanım sorunları nedeniyle kentsel yaşam marjinalleşiyor. Bu sorunlar nedeniyle kentten ayrıştırılmış konut ve alışveriş bölgelerinin gecekondu hızıyla üretilmesi kentlerin çöküşünü durdurmak yerine hızlandırıyor. Mimarlık bu ayrıştırılmış alanlarda kendini yeniden üretmeye mahkum oluyor. Mikro bağlamlarda birbirinden kopuk mimarlık pratikleri mimarlık ithaline de meşru zemin hazırlıyor.


20. Yüzyılın mimarlık hareketinin ayırt edici vasıfları olan birbiriyle iç içe geçmiş sorumluluk duygusu ve vizyon yaratıcılığı bu bağlamsızlıkta artık kaybolmuş durumda. Mimarlık talebinde ve arzında çözümün yerini imajın alması mimarlık pratiğini içsel olarak da dönüştürüyor. İhtiyaç programı, mekan kurgusu, hareket araştırmaları vb. yerlerini “görsellere” terk ediyor; mimari kavram planla değil formla sunuluyor. İlk zayiatlardan biri yapının kullanım amacı oluyor; amaca uygunluk yerini heyecan arayışlarına terk ediyor. Mimarlık pratiği yapı sanatından show business’e dönüşüyor. Mimari tasarım reklamlarda boy gösterdikçe o ortamın gerekleriyle biçimlenmeye başlıyor. Kimlik, etik, meşruiyet kaygılarından kurtuluyor. Satışa katkısı, satışı hızlandırması ile değerlendiriliyor.
Tanık olduğumuz bu dönüşüm esasında gerek küresel ölçekte gerek ülke ölçeğinde mimarlık pratiğinin karşı karşıya kaldığı gerçek sınırlarla ve tıkanmalarla uğraşmak yerine mesleki sorumluluktan kaçmaktan ibaret. Bu kaçışta yükleri azaltmak için yalnız meslek etiği değil, mimarlık pratiğinin 20. yüzyıl boyunca geliştirdiği çözüm teknikleri ve kavramsallaştırma araçları da terk ediliyor. Elbette bu bir geçiş dönemi. Bu pratiklerin sürdürülemezliği ortada. Bu dönüşümün açmazı mimarlığın kozmetikleştirilmesinin mimarlığı vazgeçilebilir kılması.

MİMARLIĞIN VAZGEÇİLMEZLİĞİ

Yaşanılabilir bir kentsel dokunun elde edilmesi, kent etkinliklerinin sağlam, kullanışlı ve güzel yapılarda barındırılması mimarlıksız mümkün değil. Ama bu dönüşen, başkalaşan mimarlık pratiği ile de mümkün değil. Çıkış yolu mimarlığa talebin örgütlenmesi. Yatırımcıların, pazarlamacıların değil kullanıcıların etkin olacağı bir yapı üretiminin örgütlenmesi. Yeni yapılaşma için 80’li yıllarda çürütülen kooperatif fikrinin diriltilmesi. Kentsel sorunların çözümü için kent (semt) sakinlerinin girişim kanallarının açılması. Kentsel dönüşüm yağmacılarına fikri direnişin örgütlenmesi. Galataport ve İstanbul AKM mücadelelerinde filizlenen kitlesel mimari karşı koyuşun yaygınlaştırılması. Mimarlık yeniden sorumluluk duygusu ve vizyon yaratıcılığı ile teçhiz edilmedikçe ve yapı kullanıcıları ve kent sakinleri ile birliktelik kurmadıkça bu dönüşüm denilen krizi aşamaz.
Dönüşümün yerleşmesi – krizin aşılamaması durumunda mimari pratik mikro bağlamlara sıkışarak sönecek; mimarlık da geniş kitleler için yaşamsal anlamı olmayan ancak sergi konusu olabilen bir görsel sanata indirgenecek. Orta Çağ’a geri dönmemek için mimarlık vazgeçilmez. Vazgeçilmez bir mimari pratik için ise yeni bir dönüşüm gerekli.