Pazar, Şubat 19, 2006

Özel Çevre Koruma ile ilgili Mimarlar Odası görüşü

Ankara : 02.08.2002
Sayı : 011/1065


T.C. CUMHURBAŞKANLIĞI
Devlet Denetleme Kurulu
Çankaya/ANKARA
Faks: 441 26 10



İlgi : ÖÇKK/2002-3 sayılı, 23.07.2002 tarihli bilgi istemi.


ÖÇKK'nun kurulduğu 1988 yılından buyana Odamız ÖÇKK ve ÖÇK Bölgeleriyle ilgili yoğun etkinlik ve yayın yapmıştır. Bu etkinliklerimizde değinilen hususlar şunlardır.

  • Çevrenin korunması için özel bir kamusal örgütlenme olumlu bir adım olmakla birlikte, bu modelde özellikle imar ve planlama yetkileri açısından yeni bir kargaşa ve çatışma yaratılmaktadır.
  • 2863 Sayılı yasa ile zaten çevre değerleri koruma altına alınmış bulunan SİT'lerin de ÖÇKB ilan edilmesiyle, Kültür Bakanlığı(Koruma Kurulları)-Çevre Bakanlığı arasında yetki çatışmasına yol açılmaktadır.
  • Kuruluş gerekçeleri ve dayanak tutulan uluslararası sözleşmeler gereğince, (özellikle Akdeniz'de özel çevre koruma bölgeleri oluşturulmasıyla ilgili Barselona sözleşmesi) ÖÇKB'lerinin özellikle "ekoloji-fauna ve flora" açısından çok özel ve "dokunulmaması" gereken yerler olması gerekirken, "yerleşme alanlarının" ve hatta "kentsel dokular" ile "arkeolojık merkezlerin" bile bu statüye alınmalarının, ÖÇKK misyonuyla çelişmektedir.

1990'lı yıllardaki gelişmeler Odamızın eleştirilerinin yerinde olduğunu göstermiştir.

ÖÇKB'lerindeki fiziksel planlamaların hangi kriterlere göre hazırlanacağı konusunda yasal ve bilimsel dayanakları olan bir mevzuat geliştirilmemiştir.

Bu bölgelerdeki planlamaların "çevreyi koruyan" nitelikleri tesadüfe bırakılmış durumdadır. Halbuki SİT'ler için geçerli yasa ve ilgili mevzuatta "koruma amaçlı imar planlaması" kavramı yer almakta ve tanımlanmaktadır.
  • ÖÇKB'leri için, ÖÇKK tarafından üretilen imar planları incelendiğinde de bu planların bir çok yerde belediyelerce üretilen planlardan daha çok "çevreci" olmadıkları, hatta kimi yerlerde de çevrenin korunması ilkelerinden uzak bir yerleşme planlaması şeklinde düzenlendikleri görülmektedir...
  • Ayrıca ÖÇKB uygulaması, bu "imar ağırlıklı" özelliğiyle, ülkenin diğ
  • er alanlarında da çevrenin gözetilmesini gereksiz gören, eğer bir yerleşme alanının korunması gerekli çevre değerleri varsa, buranın ancak bu uygulamayla korunabileceği anlayışını yaratan bir fiili durumun da nedeni olmaktadır…

1990'lı yıllardan, 2000'li yıllara kadar geçen süreç içerisinde, bu alanların Çevre Düzeni Planları revize edilerek hemen onaylanmıştır. Ancak, onaylanan Çevre Düzeni Planları, çok özel olan bu alanların korunmasına yönelik çok özel planlar olmak yerine birkaç özel hüküm dışında, Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca herhangi bir bölgeye hazırlanan planlardan olmuştur.

Bu alanların planlanmasında en önemli veriler olan alanların ekolojisine sahip olduğu değerlere ilişkin ayrıntılı çalışmalar, envanter çalışmaları tamamlanamamış, bunlarla ilgili dokümanlar yayın haline getirilememiştir.

ÖÇK Bölgelerinin korunmasında ve planlanmasında en önemli yapılması gereken işlerden ilki; bu alanların sınırlarının bulunduğu fiziki çevre içerisinde doğru olarak saptanması, hatta derecelendirilmesidir.

Bu tespit, doğru olarak yapılmadığı takdirde bundan sonra yapılacak planlama uygulama işlemlerinin de sağlıklı olmayacağı kesindir.

Örnek vermek gerekirse, Kekova ÖÇK Bölgesi sınırları belirlenirken bu alanla direkt ilişkili antik dönemden beri Kekova'ya açılan bir kapı konumunda olan Kale-Çayağzı (Andrika Antik Kenti), Sura Antik Kenti ve bu bölgenin önemli su kaynaklarından olan Karaemlik Çayı bu alanın dışında tutulmuştur.

Kekova ÖÇK Bölgesi planlanırken bu bölge Kurum Başkanlığınca, sözü edilen Çayağzı kesimi ise Belediyece planlanacaktır. Bu da hem plan bütünlüğü açısından, uygulama ve kurum koordinasyonu açısından sorunlar yaratacaktır.

ÖÇK Bölgeleri, Pamukkale, Gölbaşı ve Kapadokya dışında tümüyle deniz kıyısında ve bunun gerisindeki alanlardır. Bu alan sınırları belirlenirken ÖÇK Bölgeleriyle aynı özellikte ve ÖÇK Bölgelerini doğrudan etkileyen ancak, daha önceden turizme tahsisi yapılmış yada yapılma aşamasında olan alanlar da ÖÇK Bölgesi dışında bırakılmıştır.

Belek ÖÇK Bölgesi buna en güzel örnektir. Biyolojik çeşitlilik açısından çok önemi olduğu belirtilen ve yoğun Caretta Caretta üreme alanlarına sahip bu bölgenin , kıyı kesimleri yer yer ÖÇK Bölgesi dışında bırakılmıştır. Çevre Düzeni Planına "Hasas Zon" olarak ayrılan alanların ÖÇK Bölgesi dışında bırakılmış kıyısı ve hemen bitişi Turizm Tesis Alanı olarak planlanmıştır. Bitişiğinde yoğun bir kullanıma izin verilen Hassas Alanların nasıl korunacağı düşündürücüdür.

Diğer yandan, Çevre Düzeni Planlarındaki çabukluk, Uygulama İmar Planlarına yansımamış, uygulama imar planları elde edilinceye kadar, bu bölgelerde denetimsiz bir yapılaşma süreci oluşmuştur.

ÖÇK Bölgelerinde en önemli sorunların başında kaçak yapılaşma gelmektedir. ÖÇK Bölgelerinde gerekli tedbirlerin alınması ve kontrolü yetkisi valiliklere aittir. Bu alanlardaki kaçak yapılaşmalar için de imar mevzuatına göre işlem yapılmaktadır. Oysa, sahip olduğu özellikler nedeniyle koruma altına alınmış bu alanlar da izin uygulamaların cezası çok ağır olmalı ve diğer bölgelere de örnek olması açısından mutlaka alınan kararlar uygulanmalıdır. Geniş yetkileri olan kurum yıkım için de gerekli donanıma sahip olmalı ve anında tatbik edebilmelidir.

Bu tespitlerimizin somut bir örneği Datça-Bozburun ÖÇKB uygulamalarında görülmektedir.

Özel Çevre Koruma Kurulu tarafından yapılan Datça-Bozburun 1/25000 ölçekli "Çevre Düzeni Planı" bölge ile ilgili "Yönetim Planı" yapılmadan, dolayısıyla yönetim planı verilerine dayandırılmadan yapılmıştır, Bu nedenle plan önemli yanlışlar içermektedir. Örnek olarak; 1.derecede korunması gereken, Datça'nın en önemli tarım arazilerinin yer aldığı Datça-Kızlanaltı bölgesi, bu planla imara açılmıştır. Bunun sonucunda da Datça'nın en önemli tarım alanı yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Diğer taraftan "Turizm Tesis Alanı" olarak ayrılan bu bölgede, çözülmesi çok zor altyapı sorunları yaşanacaktır.

Söz konusu 1/25000'lik planlar doğrultusunda yapılan 1/1000 ölçekli uygulama imar planları , mevcut somut gerçeklerle de uyum içinde değildir. Plandaki yollar arazi topografyası ile çakışmadığından ve önerilen imar adalarının yıllardan beri yapılan üretimin mevcut yapısı ile uyumu gözetilmeden oluşturulması, birçok olumsuzluklar doğuracaktır.

Söz konusu planların 10 yılı aşan bir süredir sonuçlanmamış olması kaçak yapılaşma baskılarını arttırmaktadır.

Ayrıca, Kurumca hazırlanan planlar ve plan hükümleri Yasa'da tanımlanan amaçları aşan bir genişlikte hazırlanmış, koruma kavramının içeriği dışına taşılmış niceliksel kısıtlamalarla nitelik sağlanmak istenmiştir.

Plan hükümlerinde ölçek hiyerarşisi kaçınılmış, hükümler genelden ayrıntıya bir sıraya konulamamıştır, Öncelik verilen planların çalışmaları sonra olması gerekenler yapıldığı halde devam etmektedir ve ne zaman biteceği bilinmemektedir.

Plan Hükümlerinin yazılışlarında alışılmış sıralamaya uyulmamış konular olmadan gereken bölümlerde yer almamış serpiştirilmiştir. Revizyonlar yapılırken kimi hükümler unutulmuş yer yer uygulama eşitsizlikleri doğmuştur. İmla hataları düzeltilmemiştir.

SONUÇ olarak; ÖÇKKB'lığının ve ÖÇKB'leri uygulamasının, gerçekten amaca uygun bir misyona kavuşturulabilmeleri için, "imar ağırlıklı" bir hizmeti değil, ekoloji-fauna ve flora değerlerinin "bilimsel koruma önlemlerini" esas alan bir statüyü üstlenmeleri gerekmektedir... ÖÇKB'nin de bu kriterlere göre belirlenmesi, Foça-Akyaka (Gökova)-Karahayıt (Pamukkale) vb. gibi "belediye" ile yönetilen kentsel yerleşmelerin bile bu statüye alındığı uygulamanın ve buna olanak sağlayan mevzuatın gözden geçirilmesi gerekmektedir.

Saygılarımla,




Sait KOZACIOĞLU
II.Başkan

AYDINLIK ANKARA

MİMARLAR ODASI ANKARA ŞUBESİ
“KENT ve MİMARLIK” panelinden
20.09.2003

...
SAİT KOZACIOĞLU-
Aslında böyle yeni bir konuda, yani yeni tartışmaya başladığımız bir konuda belki de, en iyi yöntem filin tariflerini biriktirmek. Herkes algıladığı kadarıyla bir açılış yaparsa, sonunda doğruya oldukça yakın bir tanımlar dizisi oluşturabiliriz diye düşünüyorum. Ben de bu anlamda “ben nasıl bakıyorum?” diye konuşabilirim, ama bu söylediğim usul hakkında.

AKIN ATAUZ- Sait’in önerisi, bence de iyi bir öneri, çünkü yeni tartışmaya başlıyoruz ve şimdilik genel olarak düşüncelerimizi bir sayalım, sonra onu gruplandırmak, sınıflandırmak mümkün olduğu kadar birlikte yapabilirsek yaparız, yapamazsak devam ettiğimiz toplantılarda böyle bir yol izleyebiliriz.

Yalnız bir şeyi daha hatırlatmak istiyorum: Sait şimdi söylemedi, ama biraz önce dışarıdayken “‘Kentler ve Mimarlık’ kadar büyük bir başlık altında bakmak yerine, ‘Ankara kenti ve mimarlık’ diye birazcık daha özgülleştirilmiş, somutlaştırılmış bir başlık olarak bakmak, belki söyleyebileceğimiz şeyleri daha somut ve düzenli söylemeye de yardımcı olabilir” demişti.

Bu düşünceyi onaylıyor musunuz? Yani genel olarak herkes “Kentler ve Mimarlık” konusu altında, nasıl kentlerle ilgili düşüncelerini oldukça serbest ve geniş bir şekilde tanımlamaya başlayabilir. Bu tanımdan kalkarak, daha sonra bir sınıflandırma, gruplandırma, bir yapı oluşturmaya doğru yönelebiliriz. “Hayır” diyen olmadığına göre, tamam herhalde.

SAİT KOZACIOĞLU- Bu toplantının programı bana bir hafta kadar önce geldi, ben de onun üzerine düşünüyorum, hızlı olarak da düşündüklerimizi size aktarmaya çalışayım, çünkü çok az bir zaman var.

Bunlardan biri; gerçekten olayı daha önce Akın’ın bahsettiği gibi, Ankara özelinden yaklaşmak, yani kentleşme konusunu ihmal etmeyelim, ama böyle bir genelliğe Ankara’dan gitmeye çalışmak, bence daha verimli olur diye düşünüyorum, yani yöntem olarak daha verimli olur.

Bir de, şu anda aktüel, yani yerel yönetim seçimleri yaklaşırken, belli bir aktüelliği var. O iki yasa tasarısı, o yasa tasarıları da herhalde kadük olacak. Onlar bildiğim kadarıyla, bir dört senedir Mecliste görüşülüyor, komisyonlarda dolaşıp duruyor. Ama bu yönetimle çıkar mı, çıkmaz mı; o kadarını bilemiyorum. Ankara’dan giderek söyleyebileceğimiz şeylerin başında, yani benim söyleyebileceğim şöyle: Bu şehir hayatiyetini kaybetmekte, yani Ankaralılar olarak bunun farkına varmamız lazım. Bu şehir 70’lerdeki halinde değil, zaten çok kan kaybetti, yani kendi gerek entelektüellerinden olsun, gerek zanaatkârlarından olsun, 80’ler ve 90’lar boyunca hem Ankara’nın bu semtlerinden, hem de Ankara’nın daha kuzeydeki semtlerinden çok sayıda insan İstanbul’a göç etti. Bunun bir nedeni var, yani bu hem bir neden, hem de bir sonuç. Şehir hayatiyetini bir şekilde kaybediyor. Bunda büyük ölçüde ben yerel yönetimlerin yönetimsizliğini de fark etmekteyim. Onun için şu aktüel durumda bunun üzerine gitmemiz iyi olur diye düşünüyorum.

Bütün bu tartışmalardan sonra bir mesaj oluşturacağız. Bu mesajımızın tabii bir taşıyıcısı olacak. Bana göre mesajlar için en iyi taşıyıcı, bir slogandır, yani bizim bir slogan üretmemiz lazım. Mesela, ben burada birkaç tane önerebilirim, başkaları da önerebilir. Ama bizim Ankara için bir slogan üretmemiz lazım ve bu sloganla bu kent için düşündüklerimizi aktarmamız gerekiyor. Bu slogan çarpıcı da olması gereken bir şey elbette, ama ayakları da yere basmalı. Bence, mesela bir “aydınlık Ankara programı” gibi bir söz, Ankara için düşündüklerimizi, eleştirilerimizi ve öngörülerimizi programatik bir çerçevede bir araya getirebilir. Böyle bir ibare bunu da, bir slogana dönüştürebilir. Bunun içini de doldurmak, yani gündelik hayatımızdan yola çıkarak aslında çok kolay. İki yönlü bir aydınlıktan söz ettiğimizi anlatabiliriz.

Biri, fiziki olarak bu şehir ışıklandırılmıyor, yani en büyük sorunlarından biri ışıklandırılmıyor. OECD ülkeleri başkentleri içinde bu kadar karanlık bir şehir de yoktur, bizden daha düşük milli gelir seviyesi olanlar da dahil olmak üzere. Bunun ışıklandırılmaması da, gerçekten birtakım güvercin kafaların filan ürünü. Şuradaki belediyenin, tabii o tasarımsız ışıklandırmasına karşı, Ecevit’in tepkisini ben gazetelerden okumuştum. Ama tasarımsızlığına karşı çıkmıyor, sadece israf diye karşı çıkabiliyor. Bir kent bir güvercin kafasıyla nasıl algılanabiliyor, onları da öylece görebiliyoruz. Bunları aşabilecek, gerçekten Ankara’ya aydınlık bir bakış getirebilecek bir programı buralardan üretebileceğimizi düşünüyorum.

İkincisi; mesela bu yaya bölgelerimiz. Böyle bir kentin yaya bölgesiz olması düşünülemez, ama bu yaya bölgeleri bugün delege simsarlarına büfe tahsis etmek için kullanılıyor. Bunları buraya getirebileceğimiz veya karşılaşacağımız bütün belediye başkan adaylarının yüzüne karşı açıkça söylememiz lazım. Bunlar bilinmeyen şeyler değil, yani kibarlığı da bir tarafa bırakmamız gerekiyor.

Aydınlık kavramının ikincisi, Ankara konumu itibariyle bu ülkenin bir kültür başkenti. Aslında sadece kültürün de ötesine giderek, özellikle kış aylarında bir rekreasyon başkenti de olabilecek bir konumdadır. Ama bazı şeyleri Ankara’da yanlış yapıyoruz. Mesela, dikkat ederseniz, bütün festivaller hep Mayıs ayının ilk haftalarında yapılmaya çalışılır, yağmur altında hepsi de perişan olur. Halbuki, Ankara’nın güzel ayı Eylüldür, yani festival burada Eylül ayında yapılabilir. Eylül ayında yapılabilecek bir festival Ankara’nın yeni eğitim sezonuna başlarkenki o şevkini, heyecanını da örgütleyebilir. Bunun için ben bir “Ankara festivali” diye, İstanbul’dakiler kadar kurumlaşmış ve onlar kadar tabanı olan bir şeye öncülük etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Birtakım yerel yönetim adaylarından filan da bunlar için bir -taahhüt- kendilerini bağlamalarını istememiz de gerekebilir.

Yapılabileceklerin dışında şu anda yapılmayanları da var. Ankara öyle bir yer ki, hiçbir kütüphanesini kullanamazsınız. Nereye gitseniz, “devlet memuru musun? Kâğıt getir” O kâğıdı getirsen, saat 17.30’da kapanır. Ankara Resim Heykel Müzesi, -ben onun restorasyon projesini de yaptım, onun için çok iyi biliyorum- bildiğim kadarıyla son 10 yıldır devamlı kapalı, şu anda da kapalı, yani ben bir hafta önce gittim yine kapalıydı. Ne var? Tadilat. Ne bitmez tükenmez bir tadilat. Ama salonu kullanılıyor. Salon da okul müsameresi etkinlikler için kullanılıyor. Biri de, bizim tarihi kentler toplantısı oldu. Bence okul müsameresinden de daha kötü toplantıydı. Biz Ankara’daki bu mevcutları kullanamadığımız gibi, 80’li yıllarda, 90’lı yıllarda kentin talepleriyle, kentin ihtiyaçlarıyla ortaya çıkmış olan projelerimizi tamamen unutmuş durumdayız. Atatürk Kültür Merkezi şansız bir yapılaşma olabilir, fakat özellikle de bu karanlık ve ulaşımsızlık yüzünden terk edilmiş, akşam saat 17.30’da kapatan bir izbeden ibaret, yani AKM gibi Ankara kültür hayatının bir çekici noktası olması gereken bir yer.

Benzer bir şekilde, senfoni orkestrasının yapısı için bir yarışma yapılalı 11 yıl olmuş. Aynı şekilde Devlet Opera ve Balesi için yarışma yapılalı 10 yıl olmuş. Bunların inşaatları daha henüz temel seviyesine bile geçmemiş durumdadır. Bunları bir şekilde bizim, Bayındırlık Bakanlığının ve Kültür Bakanlığının yapamayacağını da görüp, bir şekilde yerel yönetimlere buna sahip çıkması ve bunlara el koymasını talep etmemiz lazım. Bu yapılar olmadan, zaten Ankara’da kültür başkenti filan olunmaz. Ama bu yolda atılacak adımlar, ille de büyük yatırımlar, büyük masraflar getiren şeyler de değil, mesela bizim Eylül ayında Ankara’da 10 yıldır her yıl olan bir yapı fuarı oluyor. Biz bunu şimdiye kadar, hiç mimarlığın sergilenmesi, mimarlığın eleştirilmesi, mimarlık için bir ışık tutulması olarak kullanamadık. Bu yoksa, aslında belli bir çerçevede içinde kolaylıkla örgütleyebileceğimiz ve o Yapı Fuarına gelen insanlara Ankara ve mimarlık üzerine bir şeyler anlatabileceğimiz bir imkân, Ankara’nın önemli fuarlarından biri. Belki o “festival” dediğimiz olay da, bu fuarlarla bu şekilde entegre edilmelidir. Ama bütün bunlar için aslında aydınlık bir bakış açısı gerekiyor, yani “aydınlık” kelimesini üçüncü kullanışı da bir yerde o, yani bakış açımızın aydınlık olması gerekiyor. Böyle bir çerçevede yaklaşırsak, o zaman bu kentlerin kutsanması gibi bir kavram altında bu UIA programına da bir katkıda bulunmuş oluruz. Önce bu şehrin hayatiyetini kaybetmesini engelleyecek unsurları bulup, onlar üzerinde de düşünerek bunu yapmamız lazım. Ankara ne kadar çok sanayi çarşısı da yapılsa veya organize sanayi bölgesi de yapılsa, yine o 70’lerdeki konumunu Türkiye’de geri kazanamaz. Ama bütün bu kültürel imkânları seferber ederek ve sokaklarını akşamlarını yaşanabilir bir hale getirerek, büfelerin istilasından kurtararak çok adım atabilir diye düşünüyorum.

Burası bütün Anadolu’dan 3-4 saat mesafede birçok il merkezi var, onlar için bir çekim kaynağı haline gelebilir. Aslında Paris’in, Londra’nın, Kopenhag’ın, Roma’nın esas geçimi de budur, yani bunlar yabancı turistlerden çok, kendi hinterlantlarının bu ihtiyaçlarını karşıladıkları için, başkent görevini görmüş olurlar ve kent olarak da çalışır hale gelirler.

Benim kısaca söyleyeceklerim bunlar.

...

AKIN ATAUZ- Sait tasavvurlarımızın nasıl olabileceğinden bahsetti. Güven bu tasavvurlarımızı oluşturmak için ve arkalarını güçlü bir şekilde doldurabilmek için bilgi eksikliklerimizden söz etti. Arda ise, “bu bilgi eksikliklerimizi diyelim ki tamamladık ve bir program oluşturduk. Bu programın iletişim strateji, bu programı içinde yaşadığımız toplumla bir ilişki içinde geliştirebilmek ve onlarla tartışabilmek strateji nasıl olmalıdır; buna da dikkat edelim” dedi. Yani üçü de birbirine ardına eklenen üç dikkatle durmamız gereken konu.

SAİT KOZACIOĞLU- Ben Arda arkadaşın “umutsuz” kelimesini çok kullanması üzerine bir şeyler söyleyeyim. Aslında bu kötümserliği hiç yer yok, yani şimdi tartıştığımız ve eleştirdiğimiz şeylerimizin durumu açısından bile bakarsak, dünyanın en büyük başarı hikâyelerinden birini eleştiriyoruz. Hiçbir ülke 50 yılda nüfusunu büyük oranda Türkiye'deki gibi kentleştiremedi. Bu kentleşme sürecinde de yaşanan şeyler, Londra’sında da, Paris’inde de veya aklınıza gelen bütün diğer metropollerde de buradan daha berbat oldu. Onun için biz aslında büyük bir başarısızlık zincirinin bir son halkasını eleştiriyor değiliz. Aslında biz büyük bir başarı öyküsünün rayına oturması için çalışıyoruz. Gerçekten Türkiye'nin kentli nüfusu 2 milyon, bugün 60 milyonun üzerinde; bu çok ciddi bir olay. Bu mimarlarıyla, mühendisleriyle, inşaat işçileriyle, müteahhitleriyle herkesin payının olduğu ve bence de alkışlanabilecek bir olay. Onun için hiç de öyle bakmayalım. Ama neye bakalım? Bu nereye gidebilir, nasıl düzelebilir? Ona bir bakalım.

Bu bilgi eksikliği konusunda da, ben aslında şunu söylemek istiyorum: Bu zor bir kavram, yani “eksik olan şey bilgi eksikliği” dediğiniz zaman, böyle tam bir felsefi çukura düşüyoruz. Çok dikkatli olmak lazım, o zaman bilgi değil o. Bilmiyorsak bir şeyi, zaten onun ne kadar bilgi olduğu çok belli değil. Onun için biz aslında bildiklerimizle yola çıkmak zorundayız. Mantık yürütürken de, böyle üzerine basılabilecek taşlara dikkat edilmesi gerekiyor. Ama senin söylediğin çok önemli, yani 2020 yılında veya bugünlerde herkesin ağzında 2023 yılında, Cumhuriyetin 100 üncü yılı. Dönülüp bakıldığında, 2003 yılı bir dönüm yılı olabilir mi? Bunun olabilmesi için neler yapmalıyız ki, biz buradan programatik sonuçlar çıkarabiliriz, çok verimli bir bakış tarzı aslında bu. “84’te şunlar oldu, ondan dolayı da bunlar oldu” gibisinden “o dönüm yılıydı” diye eleştirilerimiz için kullandığımız gibi, aslında bu yaklaşımla onu 2023’ten bakıldığında bir dönüşüm yılı olabilmesi için bu yılın, ne yapılması gerektiğini, hangi programın ortaya çıkması gerektiği için de kullanabiliriz. Onun içi o da çok verimli bir bakış tarzı, onu da bir şekilde entegre etmemiz lazım diye düşünüyorum, yani 2020 yılına veya 2023 yılına yönelik bir program yapmak kadar, oradan dönerek bugün ne yapılması gerektiğini çıkarmak da çok önemli.

Ben Ankara dışında mimarlık yapıyorum ve gerçekten Mimarlar Odasının diğer şubelerinin, belediyelerin, diğer TMMOB üyesi odaların, başka kuruluşların valilikle ve belediyelerle ilişkileri Ankara’dan çok daha düzeyli ve örgütlü olarak gidiyor. Birçok şey var, mesela Adana’da, Mersin’de, İzmir’de var. İl koordinasyon kurulları diye ayda bir toplanan, bizim Mimarlar Odası şubesinin de olduğu, büyükşehir belediye başkanının da geldiği, öbür belediye başkanlarının veya imar dairesinden adamların da geldiği böyle bir ortak forumlar var. Ankara’da bir türlü bunları gerçekleştirememiş durumdayız. Aslında “Ankara hayatiyetini kaybediyor” derken, biraz da bunları düşünerek söylüyorum.

Bir de, çok içeriğini bilmeme rağmen, Gündem 21 diye bir inisiyatif var, o da bu saydığım şehirlerde, daha çok sivil toplum örgütleri ve akademik kuruluşlarından kişilerin katkılarıyla yürüyor. Tam ne olduğunu bilmiyorum, ama mesela, bu gibi konuların kentteki seçilmiş yöneticilerle konuşulabildiği forumlar. Bu şu andaki belediyelerin yapısıyla, herhalde devlet merkezindeki valinin de kendisini çok hareket kabiliyete içinde bulamaması nedeniyle Ankara’da aşağı yukarı imkânsız gibi görülüyor. Ama bunları da hatırlamakta yarar var, bir şekilde taşradan da bunları getirmemiz gerekecek.

AKIN ATAUZ- Sait birinci konuşmasında Ankara’nın bir kültür başkenti olmasının, Ankara’ya nasıl ... söyledi; şimdi de herhangi bir kentin gelişebilmesi için, kentin örgütlenmiş kurumlarının, sivil toplumunun seçilmiş yöneticilerinin vesaire bir araya gelebileceği demokratik süreçlerin ne olabileceği üzerine söyledi. Yani ikinci söylediği, “birincisini yapmak için kullanabileceğimiz bir aracı nasıl geliştirebiliriz?” sorusu gibi gözüküyor bana.

...

SAİT KOZACIOĞLU- Sedvan’ın açtığı konu var, kaybolmasın diye bir de ben altını çiziyim. Bu da, bizim bu kentlere mimar olarak yaptığımız projelerle nasıl katkıda bulunuyoruz? Burada da bazı terslikler var. Gerçekten bu iki önemli kültür yapısını, ihtiyaç programını hazırlayan, Bayındırlık Bakanlığında, Kültür Bakanlığında çalışan mimarlar, onlara arsa seçimi yapanlar, bu yarışmaya girenler, bu yarışmada jüri üyesi olarak bulunan mimarlar, yani şöyle bir bakarsanız 50’ye yakın mimar bu işten etkin olmasına rağmen, gerçekten iş başından sonuna yanlış. Sedvan’ın söylediği çok önemli.

Ben 10 yıl Danimarka’da, belediyede de mimar olarak bulundum. Türkiye’de çok kutsadığımız bu yarışma sürecinin orada bu aksaklıkları görülmeye başlamıştı, yani bizim şu anda söylediğimiz aksaklıkları görülmüştür. Çünkü, bunlar çok kapalı kapılar ardında oluyor, yani yarışma da olsa sonuç olarak bir meslek topluluğunun dar bir grubunun içinde olup bitiyor bunlar. Bunların yerine birtakım yöntemler geliştirilmeye çalışılıyor ve şu anda da aslında epey yerde uygulanıyor. Fakat nedense, bizim Şubenin Bültenin geçen sayısında bu çok talihsiz bir şekilde yansıtıldı. Bu da, bu workshop’lar meselesi, yani oradaki birtakım eski kafalı mimarların “aman telif haklarımız elden gidiyor” veya “biz nasıl iş alacağız?” gibisinden, hani iş kaygılarını öne çıkararak böyle yazılar bültende çıktı. Aslında bu gibi sorunların aşılması için önemli bir yöntem o, yani bizim de aslında o yöntemi belki sadece şu anda Ankara Şubesi Dergisinde duyurulmuş oldu, ama negatif duyuruldu. Onun pozitif yönlerini de ortaya çıkararak anlatmamız lazım, yani projelendirme süreci nasıl katılımcı bir hale getirilebilir? Bu da, bizim kente karşı kendi sorumluluğumuz. Bu da, “katılımcılık” diyerek, son kullanıcıyı da getirip, söz hakkı vermek şeklinde de olamıyor maalesef. Bunun da süreçleri, katmanları, belli pratikleri var. Bunlardan da öğrenip, kendimize de belki çekidüzen vermemiz gerekiyor. Bu konuya Sedvan işaret etti, ben onu önemli buluyorum.

Bir de, şöyle bir tarafı var: Biz genellikle belediyelerle yaptıkları şeyler için takışıyoruz. Mesela, caddelerin üzerine yaya köprüsü yapıyor, alt geçit yapıyor ve takışıyoruz. Yapmadıkları için takışmıyor. Halbuki, böyle bir programatik yaklaşım, yani ilk konuşmama geri dönüyorum ve bunun birtakım sloganlarla taşınabilir hale gelmesi, bence yapılacaklara, yapılması gerekip de yapılmayanlara yol gösterici olacak. Bunu da, çok önemli bir şekilde kentin yeniden canlandırılması için bir program olarak sunmamız gerekecek. Kentteki yerel ekonomi ve bu yerel ekonomideki aktif unsurların desteğini sağlayan bir program oluşturmamız gerekecek. Yoksa, daha önceki seçimlerde, bir önceki seçimlerde veya ondan önceki seçimlerde hazırlanan broşür gibi, güzel, etkileyici, fakat sonuç olarak etkisiz bir çalışma haline de gelebilir, yani bir yerde unutulup kalabilir. Bu program ve programın sloganlarla taşınabilmesi ve bunun kentin ekonomisiyle ilişkilendirilmesi ve bu ekonominin unsurlarını da bu programa yandaş olarak kazandırılması benim esas önerim.
...

Salı, Şubat 14, 2006

Ankara Şube Genel Kurulu 2006

Ankara şube genel kurulundan geriye kalan bir slogan: "Başka bir mimarlık mümkün". Bu sloganın içi boş. Kafa karışıklığı sergiliyor. Bir kaç düzeyde.

Sergilenen ingilizcesinde "Mimarlık" architecture diye çevrilmiş. Oysa architectural practice kavramını karşılar.
(Yapıların mimarlığımı var mimarisimi?)

"Başka" kelimesinin taşıdığı reddiyet nihilizm mertebesinde. "Yeni bir mimariye doğru"nun yapıcılığından ve cesaretinden çok geride. Program önermiyor, paradigma değiştirmiyor.

Genel kurulla birlikte geride bıraksak iyi olur sanırım.

Çarşamba, Şubat 01, 2006

Akün Sineması ve 12 Eylül

14 Mayıs 2002

Akün sinemasının sonu 12 eylül ile hazırlandı, binanın Tunus caddesi tarafında yeralan Çağdaş Sahne o civarın bir kültür merkezi ve hareket kaynağıydı. Akün sinamsını da ulaşılabilir kılıyordu. 12 Eylülden sonra onun yerini alan devlet tiyatrosu ise davet edici, barındırıcı değil. Akün sinemasının bulunduğu yer kültür ve rekreasyon açısından bir çöl. Kum yerine trafik taşıyan bir çöl. Dikkatimizi yapılardan çevrelere çeviremezsek bu kentlerin sorunlarının çözümüne katkıda bulunamayız. Akün sineması yalnızlıktan ölüyor. (Oraya da bir devlet bir şeyi yerleştirirler artık.)
 
Sait Kozacıoğlu

İletişim Topolojileri

Mimarlar Odası Merkez Danışma Kurulunun Afyon toplantısında tartışılan Yeniden Yapılanma önerilerinden olan Bölge Şubeleri konusuna tekrar dönme gereği duyuyorum. Bence iyi hazırlanmamış olan ve iyi sunulamayan bu önerinin işaret ettiği bir ihtiyaç var odada: şubelerin birbirleriyle ilişkileri. Sorun bir iletişim sorunu. İletişim ağları topolojilerini kıyaslayarak sorunu daha berrak görebiliriz - belki çözüm de bulabiliriz. Odada bugün mevcut olan örgüt yapısı ve bu yapının unsurlarının birbirleriyle ilişkileri ağaç tipi bir ağ topolojisine tekabül ediyor. Bir yıldız topolojisine geçebilirsek iletişimi daha işlek kılabiliriz. Ama bu da şubelerin özellik kazanmaları durumunda geçerli olabilir. Çünkü fiziki bir ağdan farklı olarak şubelerin yıldız topolojindeki gibi birbirleri ile iletişim içinde olmasının maddi (yada yasal - tüzüksel) bir engeli yok. Demek istediğim şubelerin şube işlevleri yanısıra ve merkez işlevleri dışında kalan farklı oda etkinliklerinin farklı şubelerde odaklaşmaları durumunda şubeden şubeye ilişki gerçekleşebilir. Bunun başlangıçları bugün mevcut. Bursa şubesinin yıllardır sürdürdüğü "Yapı Yaşam" etkinlikleri gibi. İlişikteki şemada bu topolojileri oda yapısına uygulayarak açıklamaya çalıştım. Tartışırsanız sevinirim. Sait Kozacıoğlu

MİMARLAR ODASINDA YENİ GÜNDEM

3 Nisan 2002

  • Mimarlar Odası 38. Genel Kurulu 12 Nisan Cuma günü toplanıyor.

  • Mimarlar Odasının kuruluşunun 50. yıldönümüne yaklaşıyoruz. 38. Genel Kurul odanın 50. yılında yönetimini, gündemini ve söylemini belirleyecek. Bu elli yılda ülkemizin yaşadığı hızlı kentleşme süreci mimarlığı dışlayarak gelişti ve başarısızlıkla sonuçlandı. Sürecin başarısızlığı çarpıcı biçimde 17 Ağustos depreminde gözler önüne serildi. Geçen 50 yıl boyunca kentleşmeye “inşaat mantığı” ve rant kaygısı egemen oldu. Mimarlar Odası bu elli yıl boyunca bu büyük toplumsal dönüşümün başarılı olabilmesi için mücadele etti. Mimari Proje Yarışmaları Düzeni, Planlı Kalkınma, Milli Fiziki Plan Semineri, Kıyı Kanunu, İhtisas Ayrımı, Mesleki Denetim Uygulaması, Teknik Uygulama Sorumluluğu, Teknik Eleman Kurultayı, Konut Kurultayı, Mimarlık Eğitimi Semineri, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri, Mesleki ve Bilimsel Çalışma Kurulları, Sürdürülebilir Kalkınma, ÇED Uygulaması, Doğal ve Kültürel Değerlerin Korunması programlarını gündemine alarak kentleşme sürecini sağlıklı geliştirmeğe çalıştı. Sürecin başarısızlığı bu çabalarımızın değerini örtmekte. Oda tarihi boyunca geliştirdiğimiz hizmet, sanat ve koruma söylemleri de artık eskimekte.

  • Mimarlar Odasının 50. yılına doğru artık kentleşme alışılagelmiş biçimiyle sürdürülemiyor. Yapı üretimi durma noktasında. Ekonomik krizin etkilerinin ötesinde büyük bir yapısal dönüşümün eşiğindeyiz. İlk yatırımları pahalı, işletmeleri israflı, kullanışsız, estetik değerlerden uzak, doğa ve kültür değerlerine yabancı, dönüşümü olanaksız yerleşmelerimizi yenilemek zorundayız. Mimarlık kaynağını harekete geçirerek yaşam sevinci veren çevreler elde etmek durumundayız. Dünyanın en önemli mimari birikimlerinden birine sahip olan ülkemizin bu kaynağını ihmal etmemesini sağlamalıyız.

  • Gündemimizin ana maddesi sürdürülebilir kentleşme için stratejiler geliştirmek olmalıdır. Bu kriz ortamında eskinin sürdürülemeyeceği, yeninin aranması gereği ortadadır. Son on yılda gelişen küreselleşme ve AB ile uyum süreci mimarlık mesleğinin uygulanmasında yeni tehlikeler ve yeni olanaklar yaratmaktadır. Küreselleşme ve AB ile uyum süreçlerinde mimarlığımıza sahip çıkmak bize düşmektedir. Gündemimizde yer almaktadır.
  • Uluslararası ilişkilerde yeni gelişmeler

    • Uluslararası rekabete eşitliksiz koşullarda açılma kriz şartlarında mimarlığımızı zorlayacaktır.
    • AB ile uyum süreci mimarlık mesleğini uygulama şartlarında iyileşme sağlayabilir.
    • UIA Berlin Kongresi teması – Kaynak Olarak Mimarlık – bu yılki programımıza temel oluşturabilir:


      Doğal kaynaklar yanı sıra, giderek şehirleşen dünyamızda, mimarlık uygarlığın en değerli varlıklarından biridir. Yapılı çevremiz teknik, siyasi, iktisadi ve sosyal süreçlerin ürünü olabilir; onun fiziki nitelikleri yaşamımızın kaynağıdır. 21. Yüzyılda mimarlığın büyük görevi bu kaynakları korumak ve geliştirmektir.
      Böylelikle, sürdürülebilir yapılaşma için stratejiler geliştirmek, kentlerin ve kırsal alanların mesken ve yaşama yerleri olarak tasarımı kadar önem taşıyacaktır. Mevcut yapıların korunması ve modernizasyonu bugünün ve yarının sorunları ile başa çıkabilecek yapı formlarının icat edilmesi ve sürekli geliştirilmesi ile birlikte yol alacaktır.
    • UIA 2005 İstanbul hazırlıkları uluslararası ilişkilerimizi geliştirecektir.

  • Deprem ve kentleşme

    • 50 yıllık kentleşme sürecinin başarısızlığı depremle belirginleşti
    • Tarımdan kaynak aktarımı ve muhtemel yeni kente göç dalgası ve kentleşme sorunlarının ağırlaşması ihtimali

  • İnşaat sektöründe derinleşen bunalım

    • Deprem sonrasında konut üretiminde tıkanma geçici değil
    • Mali sektör krizi ile başlayan durgunluk ve kamu yatırımlarının durdurulması
    • İşsizlik, mimari büroların tasfiyesi, kamu görevlisi mimarlarda demoralizasyon
    • Mesleki denetimin içeriksizleşmesi, gelirlerinde azalma

  • İnşaat sektöründe yeniden yapılanma

    • Yapı denetiminde bakanlık/belediye çekişmesi kararnameleri – yapı denetimi firmaları fiyaskosu
    • Kararname/kanunlarla odanın etki alanının genişlemesi/daralması
    • AB ve Dünya Bankası etkisi – Devlet İhale Kanunu
    • Rekabet Kurulu kararı

  • Mimarlık eğitiminde kaygı veren gelişmeler

    • Eğitimin yaygınlaşması – seyrelmesi
    • Paralı üniversite eğitiminin yaygınlaşması
    • Geçici YÖK düzeninin kalıcılaşması

  • Yeniden yapılanma hedefleri

    • Mimarlığın topluma yeniden kazandırılması – Kaynak olarak Mimarlık
    • Mimarların iş alanlarının genişletilmesi
    • Mimarların çalışma koşullarının geliştirilmesi
    • Meslek içi eğitimin başlatılması
    • Uluslararası gelişmelere aktif uyum
    • İnşaat sektörünün yeniden yapılanmasında aktif rol – yapı ve yapılı çevre standartlarında mimarlık
    • Kentleşme, planlama, konut konularının yeniden tartışılması

  • Gündeme uygun yeniden yapılanma önerileri

    • Odanın eğitim ve yayın faaliyetlerinin genişletilmesi, halka açılması
    • Yarışmaların bir oda etkinliği olarak ele alınması – Depreme uyarlı mimarlık yarışmaları
    • Denetlemeye kalite yönetimi niteliği kazandırılması
    • Oda bünyesinde yeni kurullar, mesleki pratiğin örgütlenmesi
    • TMMOB bünyesinde yerleşme-yapılaşma ile ilgili odaların yeniden yakınlaştırılması

  • Oda örgütlenme sorunlarında konsensüs

    • Genel Kurul kompozisyonunda “verimlilik” ve “etkinlik” yaklaşımları
    • Yeni şubeler - idari ve mali sorunların çözümünde yeni iletişim modelleri
    • Zamana yayılan geçiş süreçleri


Yaşanılan süreçler sonucu Mimarlar Odası 38. Genel Kurula zengin bir gündemle gitmektedir. Genel Kurulumuzun başarısı bu gündemi bir çalışma programına ve mimarlığı kaynak olarak öne çıkaran bir söyleme dönüştürmekle sağlanacaktır.
Ankara, 3 Nisan 2002

2002 Merkez Genel Kurulu

Mimarlar Odası ve Analojiler

Mimarlar Odası henüz elli yaşına gelmeden eskiyen bir kurum manzarası sergiliyor. Kurumlar eskir eskimesine ama yenilenebilir. Hızlı yaşamış tez ihtiyarlamış bir canlı ile karşı karşıyayız sanki. Yani durum vahim - geri döndürülemezlik söz konusu.

Sistemleri yıpranmış, refleksleri zayıf, gözleri ferini kaybetmiş, dünyayı bulanık görüyor, anılarını korumakla meşgul olmaktan yeni düşünce üretemiyor, sindirimi durmuş, yeni şeyleri hazmedemiyor, dışarı çıkamıyor, ortalığa kötü bir koku salıyor. Ayrıca huysuz. Yakınlarını kırıyor, gençlerini küstürüyor.

Dışarıdan bakıldığında kolayca farkedilemiyor. Ense kulak yerinde değilse de kılık kıyafet düzgün.Gençlikte elde edilmiş itibar azalsa da sürüyor. Dağılma var ama dağınıklıkta da mutabakat sağlanmış. Mutabakat önemli. Yavaş çalışan sistemler çatışmaları ne algılayabilecek ne de çözümleyebilecek durumda. Mutabakatın sağladığı oturaklılık dışarıya sunulabilen tek imaj.

Bu erken yaşlılık acaba bir erken bunamamı? Bünye gürbüz de hastalık zihinde mi?

Böyle bir kurumda yönetim değişikliği gündeme gelince sanki beyin nakli gibi ağır bir ameliyat söz konusu imiş gibi bir korku yaşanıyor. Korkudan el ayak bağlanıyor, adım atılamıyor. Harekete geçmek zor olunca senaryolara sığınmak kolay geliyor.

Toplumcu-gerçekçi senaryo

Bu senaryoda toplumsal gerçeğimize uygun olarak "emanetçi yönetim" başrolde. Yorulan gelen başkan 2004'e kadar güç toplamak (ve 2005'de sahnede olabilmek) için geri çekiliyor. Başarısızlıkları KAYAKÖY ve YENİDEN YAPILANMA projelerinde kanıtlanmış olan bir "emanetçi" gönül rahatlığıyla başa geçiriliyor. Bu arada İstanbulda arsa spekülasyonu ve nüfuz ticareti nedeniyle atılmış köprüler onarılıyor. Eski başkan onarılan köprülerden geçerek başa geçiyor.

Büyülü-gerçekçi senaryo

"Sert" bir aday ortaya çıkınca durum karışıyor. Yeni düşüncelerin gerçekten uygulanması tehlikesi başgösteriyor. Başkan göreve devama ikna ediliyor. Mutabakat sağlanıyor. "Sert" adaya TMMOB yolu gösteriliyor. Mutabakat korunuyor. Yüz yıllık bir sessizlik çöküyor odaya.

Yeşilçam kokulu senaryo

Mahallesinde doğru söylediği için sevilmeyen başkan kendini taşraya vuruyor. İl il gezip tozuyor. Gününü gün edip çevresini genişletiyor. Denizin suyu tükenince ben kör oldum iki yıl istirahat edeyim diyor. Mahallelisi bu duruma çok üzülüyor başkanın doğruculuklarını affedip tekrar kucaklarına alıyor. Ankarada ayağı tökezleyen başkan yere düşünce gözleri görmeye başlıyor. Ortalığı bir sevinç kaplıyor. Denizin tükendiği unutuluyor.

Hollywood yapımı (süper-yapım)

Genel kurul ışık ve ses gösterileriyle açılıyor, eflatun toga giymiş başkan veda ediyor. Salonda silahşörler iri kedilere yem olurken, merdivenaltında cinayetler işleniyor, leşler sırtlanlara sürütülüyor. Halk yemeye içmeye devam ediyor. Bu hengamede barbarlar listeyi götürüyor. Veda etmiş başkan vedasını eda edemeden sürgüne gidiyor. İki yıl boyunca güç topluyor. Romayı taşradan kuşatıyor, derebeylik vaatleriyle valileri yanına alıyor. 2004 yılında Romaya giriyor - 2005 yılında defne yapraklarından taç giyiyor.

07.04.2002

KAYNAK OLARAK MİMARLIK PROGRAMI

14.03.2002

Çevre, Toplum ve Mimarlık

“Doğal kaynaklar yanı sıra, giderek şehirleşen dünyamızda, mimarlık uygarlığın en değerli varlıklarından biridir. Yapılı çevremiz teknik, siyasi, iktisadi ve sosyal süreçlerin ürünü olabilir; onun fiziki nitelikleri yaşamımızın kaynağıdır. 21. Yüzyılda mimarlığın büyük görevi bu kaynakları korumak ve geliştirmektir.”

“Böylelikle, sürdürülebilir yapılaşma için stratejiler geliştirmek, kentlerin ve kırsal alanların mesken ve yaşama yerleri olarak tasarımı kadar önem taşıyacaktır. Mevcut yapıların korunması ve modernizasyonu bugünün ve yarının sorunları ile başa çıkabilecek yapı formlarının icat edilmesi ve sürekli geliştirilmesi ile birlikte yol alacaktır.”

Bu alıntılar 2002 UIA Kongresinin tartışma konusundan. Bu tema Türkiye’deki mimarlık pratiğinin yaşadığı bunalımın nasıl aşılabileceğinin ipuçlarını veriyor. Türkiye geçen yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı hızlı şehirleşmede mimarlık kaynağından yararlanmayarak, bu süreci mimarlığı dışlayarak gerçekleştirerek, sorunlu şehirler, hasta yapılar, israflı yapılaşma ve mimarlıksız mimarlar yarattı.

Bu sürece direnen Mimarlar Odasının 1960-70 yıllarındaki Mimarlar Odası Toplum Hizmetinde programı da, 1980-90’larda benimsediği Sanat olarak Mimarlık yaklaşımı da, verimsiz kaldı. Bugünlerde Mimarlar Odası Kültürel Miras olarak Mimarlık sınırlarına geri çekilmiş bulunuyor. Mimarlığın bir kaynak olarak algılanması ve ülkenin kolektif serveti olarak, kolektif servet yaratma imkanı olarak kavranması bunalımı aşmak için bir program zemini oluşturabilir.

Hızlı Yapılaşmanın Kurgusu

Mimarlık pratiğimizin bunalımı her şeyden önce ülkemizde mimarlığın konusunda yaşanan başarısızlıkla ilgili. Şehirlerimiz, yapılarımız, inşaatlarımız başarısız. İlk yatırımları pahalı, işletmeleri israflı, doğal afetlere karşı tedbirsiz, kullanışsız ve dönüşümlere kapalı. Bu durumun temel nedeni ülkemizde yapılı çevre üretiminde belirleyici olan bir mantık. Kısaca İnşaat Mantığı diye adlandırabileceğimiz bu mantık, ülkenin konut ve işyeri açığını hızla karşılamak, ve şehirleşme rantını maksimize etmek gerekçeleri ile doğdu. Niceliği tek ölçüt kabul ederek, niteliği göz ardı ederek yapılaşmayı çarpıklaştırdı ve artık sürdürülemez hale getirdi.

Bu mantık önemli bir mimarlık geçmişi ve canlı bir modern mimarisi olan ülkemizde yirminci yüzyılın ikinci yarısı ile başlayan hızlı şehirleşme döneminde yerleşti. Yalnız barınak ve işyeri ihtiyacını kıt kaynakları ile elde etmek isteyen yeni şehirleşen kesimler değil, bu hızlı şehirleşmenin yarattığı kamu yapıları ihtiyacını karşılamak için uğraşan Bayındırlık Bakanlığı da nicelik ile sınırlı bu inşaat mantığının esiri oldu. Şehirleşmenin yarattığı kıtlık rantı inşa edilen yapıların ve çevrelerin niteliklerini önemsizleştirdi. Mimarlık yapılı çevre üretiminden dışlanırken mimarlar mimarlıksızlaştırılan bu sürece eklemlendiler. Çoğu yapılar için mimari projeler hazırlandı, bazıları için mimarlık yarışmaları bile düzenlendi. İçi boşaltılmış bir mimarlık pratiği yaratıldı.

Depreme Rağmen

17 Ağustos depremi sonrasında bu mantıkla yapılaşmanın sürdürülemeyeceği hatta o güne kadar elde edilen yapılı çevrenin (yapı stokunun) ülkenin geleceğini tehdit ettiği anlaşıldı. Fakat yeni arayışlar yine bu mantık çerçevesinde kaldığından çıkış yolu bulunamıyor. Daha güçlü betonarme taşıyıcı sistem veya alternatif taşıyıcı sistemler çözüm diye öne sürülüyor. Oysa yalnız yapılarımız değil, yapıların arasında kalanlar da, bu mantıkla üretilen bahçeler, kaldırımlar, sokaklar, caddeler de sorunlu.

Bu ortamda Mimarlar Odası da yanlış bir söylem içine girerek geleneksel yapıların depreme dayanıklılığını dillendirdi. Ne doğru, ne de yaratıcı olan bu önerinin kaynağı elbette Odanın Kültürel Miras olarak Mimarlık programı idi. Böylelikle 17 Ağustos şokuyla arayışa giren topluma mimarlık adına hiçbir şey sunamamış olduk. Oysa mimarlığı bir ulusal kaynak (varlık, umar, çare, zenginlik, beceri) olarak kavrayabilseydik, bu arayışı örgütleyebilirdik. Mesela Depreme Uyarlı Yerleşmeler Mimari Fikir Yarışması düzenleyebilirdik. Bu konuda mimarların suskun kalması inşaat mantığının bizim zihniyetimize de hakim olduğunu göstermekte. Depremde yok olan yerleşmelerin sorumluluğu elbette bize ait değildi; ama bu sorumsuzluk asli görevimizden dışlanmanın sonucuydu. Bu dışlanmayı kabul etmenin sorumluluğu ise bizim.

Mimarlık İhtiyacı

İkinci dünya savaşı ertesinde global ekonominin büyümesi benzer durumları başka yerlerde de yarattı. Özellikle sömürgeleşme sürecinde mimari kaynaklarını yitiren veya modern mimarlığın gelişmesinden uzak kalan ülkelerde. Savaş öncesinde gelişen modern mimarlığın inşaat süreçlerine getirdiği akılcı yaklaşımı mimari amacından ayırarak sürdüren bir “ticari modernizm” doğdu. Çok uluslu şirketlerin yayılması ile birlikte bu ticari modernizm bütün küreye yayıldı. Önce savaşın yıkıntısını yaşayan ülkelere daha sonra sömürgelikten çıkarılarak global ekonomiye eklemlenen ülkelere.

Türkiye bu ülkelerin yaşadığı tahribatı yaşamamasına rağmen aynı yörüngeye girdi. Savaş öncesinde kendi geliştirdiği modern mimarlığı (mesela Seyfi Arikan) savaş yıllarının ikinci milliciğinde boğan ülkemiz, modern mimari diye İstanbul Hilton oteli ile birlikte bu ticari modernizmin etki alanına girdi. Ticari modernizm yapılaşmaya kolaycılığı getirdi. Ayakta bir süre durabilen inşaat malzemeleri yığını yapı diye kabul gördü. Mimarların katkısı kalfalık düzeyine indi. Hatta sadece imar kanununun getirdiği bir formalite olarak görülmeye başladı. Ticarileştikçe değersizleşen bu mimari pratik toplum zihniyetinde bizzat mimarlığın değer kaybetmesine yol açtı. Mimarlık silikleşti, adeta geçmişte kaldı. Mimari eser tanımı tarihi yapı anlamına gelmeye başladı.

Hazır Mimarlık

Mimarlığın tahribatında yapı ticaretinde yer alanlar kadar Bayındırlık Bakanlığının da önemli bir rolü var. Mimarlık faaliyetinin başlıca ortamını oluşturan Bakanlık mimari araştırmaları ve katkıları kolaycılığın karşısında bir engel olarak gördü. Bakanlığın kontrol ve onay makamlarına olduğu kadar yarışma jürilerine de bu anlayış neredeyse hakim oldu. Okullarımız, hastanelerimiz tip projelerle mimarlık dışında inşa edildi. Hastane yarışmalarında bile elde edilen tasarımlar ya 1920'lerin hastane morfolojisinde kaldı yada daha sonra Bakanlık tarafından benzetildi.

Bu dönemin iddialı yapılarının bir çoğu da batılı örneklerden aktarıldı. Mimarlık kaynağımız tahrip edildikçe dışarıdan hazır mimarlık (hazır giyside olduğu gibi) aktarılmaya başlandı. Elbette bu dönemde değerli mimarlık çabaları oldu; fakat bu çabaların toplumsal etkisi sınırlı kaldı. Yine de bu çabaların sonucu mimarlık kaynağımız toplumsal olarak marjinalleşmesine rağmen mesleki olarak kurumadı.

Bu sürecin ortalarında, 1980'lerde, elde edilen çevrelerin niteliksizliği mimarların dışında da eleştirilmeğe başlandığında post-modern mimarlığın aktarılması başladı. Niteliksiz yapılaşmaya karşı kimlikli yapılar arayışı başladı. Ticari modernist arka planın önünde altın (veya çürük) diş gibi duran post-modern yapılar görülmeye başlandı. Turizm yatırımlarının hızlanması ile bu dekor mimarlığı kendine sınırlı olsa da bir hayat alanı buldu. Yeni üniversite yerleşkelerinde ise hem Bayındırlık tip projeleri hem de post modern aktarmalar birlikte yer buldu. Bayındırlık bakanlığı da ürettiği niteliksiz yapıların eksiğini (mimarlık eksiğini) pahalı malzeme ile örtmeğe çalıştı. Nitelik düzelmedi. Bu makyaj çabaları makyaj çabaları olarak kaldı. Hala şehirlerimiz, yapılarımız, inşaatlarımız başarısız. Hala lk yatırımları pahalı, işletmeleri israflı, doğal afetlere karşı tedbirsiz, kullanışsız ve dönüşümlere kapalı.

Program Unsurları

Bu sorunların çözümü için bir Kaynak olarak Mimarlık Programı oluşturmalıyız. Yapılı çevrenin inşaat mantığı veya ona eklemlenmiş malzeme makyajı mantığı yerine mimarlığı koymalıyız. Bu amaçla önce Mimarlar Odasından başlayarak yenilikler planlamalıyız.


  • Mimarlar Odasının örgüt yapısı zenginleştirilmeli. Üyelerin çalışma şartlarına göre etkin olabileceği ara kademeler kurulmalı.
  • Mimarlar Odasının damar sertliği emareleri gösteren kurumları (Yarışmalar Komitesi, Yayın Komitesi gibi) yenilenmeli. Proaktif çalışma tarzı benimsenmeli. Yarışmalar Komitesi UIA üyesi bir çok mimarlar örgütünün yaptığı gibi hayati konularda yarışmalar açmalı; Yayın Komitesi reklam marifetiyle üyelere dağıtılan bir dergiden başka yayınlar yapabilmeli. Bu kurullar bütçelendirilmeli.
  • Mimarlar Odası yapıların sahiplerine ve kullanıcılarına da yönelmeli. mimarlık kaynağından yararlanan yapı sahipleri ödüllendirilmeli. Bu amaçla yapı üreticileri ile birlikte hareket edilmeli. Mimarlar Odası şubeleri kendi bölgelerindeki yapılaşmanın mimari niteliği konusunda etkin olmalı.
  • Mimarlar Odası mesleği yeniden örgütlemeli. Büro tescili uygulaması yeniden kurgulanmalı. Büro tescilinde tescilli büroların söz sahibi olabileceği bir örgütsel kademe kurulmalı. Büro tescili için yetkinlik ve yeterlilik şartı konulmalı. Mesleki sorumluluk sigortası bu şartlarla bağlantılı olarak başlatılmalı.
  • Kamuda kontrol ve onay sorumluluğu üstlenen üyelere büro tescilindeki yetkinlik şartlarına paralel şartlarla Mimar Mührü verilmeli. Kamu adına mimarlık görevi yapmanın prestiji ve sorumluluğu arttırılmalı. Bu faaliyet için Oda içinde kamuda çalışan mimarların söz sahibi olabileceği bir örgütlenme kurulmalı.
  • Tescilli bürolarda ücretli çalışan mimarların çalışma koşulları Oda tarafından düzenlenmeli. Bu düzenlemede bu kesimde çalışan mimarların etkin olacağı bir örgüt kademesi yaratılmalı. Yeni mezun üyelerin tescilli bürolardaki çalışmaları eğitimin devamı olarak kavranmalı bu özelliğini geliştirecek düzenlemeler yapılmalı.
  • İnşaat firmalarında ve inşaat malzemesi firmalarında çalışan üyelerimiz için yetki ve sorumluluklarını artıracak, çalışma koşullarını iyileştirecek tedbirler araştırılmalı.
  • Mimarlar Odası mimarlık eğitimine müdahale etmeli. Büro tescili, mimarlık mührü gibi araçlar kullanılarak mimarlık eğitiminde gelişme sağlanmalı. Yaz stajlarının Oda gözetiminde yapılması sağlanmalı.
  • Liselerde tarih, coğrafya gibi mimarlık öğretilmesi için girişimler yapılmalı. Mimarlar Odası tarafından lise öğrencileri için mimarlığa ilgi çekecek çalışmalar yapılmalı. Diğer UIA örgütlerinde yaygın bir uygulama lise öğrencilerine yaz aylarında mimari bürolarda çalışma imkanı vermek şeklinde. Meslek dışından kişilere mimarlığı erişebilir kılacak kurslar, geziler düzenlenmeli.
  • TMMOB'nin örgüt yapısı geliştirilmeli. Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası, Peyzaj Mimarları odası için TMMOB bünyesinde bir Mimarlar Birliği (Kurulu, Komisyonu, Çalışma Grubu gibi yasa neye elveriyorsa) kurmalı. Okulların mesleği kendi kendilerine bölmesinin zararları bir ölçüde giderilmeli. Mimarlık kaynağının harekete geçirilmesine Mimarlar Odası dışındaki bu diğer "mimar" odaları da katılmalı.
  • TMMOB bünyesinde çok-disiplinli (mimarlık, inşaat, makine, elektrik gibi) büroların tescili için imkan yaratılmalı.


UIA 2005

2003 Bursa Merkez Danışma Kurulu


Sevgili Oktay,

Bursadaki konuşmanla ilgili mesajların biraz önce bana ulaştı. UIA 2005 konusunda ben de senin kadar endişeliyim. Senin vurguladığın kimi noktalar (ülke çapına yaygın katılım + hazırlık + etkinlik) yanısıra proaktif (etkin?) bir yönetim oluşturulması gereğini MYK'da hem sözlü hem de yazılı olarak dile getirdim. Sonuç maalesef nafile. Bu bakımdan Bursa'daki çıkışının Bilim Komitesine yönlenmiş olarak algılanmasını talihsiz buluyorum. Esas olarak bir yönetim zaafı ile muzdaribiz, bu zaaf da MYK'da. Senin çıkışının bu durumun teşhisinde yardımcı olabileceğini sanıyorum.

Bu meyanda "şişman kediler" - "3. Dünya" meselesinde ülkemizin vurgulanması gereken bir özgün durumu ve konumu olduğunu ve bu durumun 2005'te sergilenmesi - tartışılması gerektiğini değerlendiriyorum. Bu da ülkemizin son elli yılda (oda tarihiyle paralel) yaşadığı hızlı kentleşmenin kendi mimarları, mühendisleri ve müteahhitleri ile gerçekleştirilmesidir. Bu tesbitte altı çizilmesi gereken "kendi" ve "gerçekleşme" nitelemeleri. Yapılı çevremizin ve yapılarımızın tüm niteliksel sorunlarına rağmen inkar edilemeyecek olan gerçeği, son elli yılda elli milyon insana kentlerde konut, işyeri ve kentsel donanım sağlandığıdır. Kentlerimizin elli yılda yarattığı altyapı, yapı, ulaşım ve iletişim nicelikleri dünya çapında benzersizdir. Bütün bunlar Cumhuriyetimizin ilk on yıllarında (uzun otuzlar deniliyor) uygulanan çağdaşlaşma politikasının, mimarlıkta modernizm-rasyonalizmden yana bilinçli bir tercih yapılmasının, 1938 kanunu ile mesleklerimizin özendirilerek insan kaynaklarımızın geliştirilmesinin ürünü. Kısacası kalkınmada da bağımsızlık politikasının ürünleri. Aynı zamanda Mimarlar Odasıının kurucusu olan Mimarlar Derneğinin DP iktidarının ilk yıllarında yabancı mimar istihdamına karşı verdiği mücadelenin de ürünü. 2. Dünya Savaşı ertesinde kentleşmesini yabancı mimarlık ve mühendislik girdileri ile sağlamak zorunda bırakılan hiç bir Güney ülkesinde yaşanmayan bir gelişme. Ben bu özgün maceranın (yol hikayesinin) sergilenmesinden kaçınılmasının "yazık" olacağını düşünüyorum. Kentlerin kutlanması gibi bir konu konuşulurken, bu alandaki benzersiz deneyimimizi bu küresel-siyasi boyutta ifade etmemiz gerekir.

(Bu arada yine bu elli yıllık sürede gözlemleyebildiğimiz yapılaşmanın mimarsızlaştırılması olgusunun temel nedeninin de "mimar kıtlığı"nda yattığını düşünüyorum. Bugün de bu kıtlık söz konusu. Ülkemizdeki mimar sayısı ve istihdamı yetersiz. Bu bakımdan (1) Mimarlık Eğitim Kurumlarının Kentleşmelerini çoktan tamamlamış Batı ülkelerine özenerek akreditasyon ilişkilerine girişmesi, mimarlık eğitiminin süresinin uzatılmaya çalışması; (2) Oda çevrelerinde dolaşan -İMO tarafından kendi alanları için resmen benimsenmiş olan- mimarlarımızı yetkin / yetkin olmayan diye ayrıma tabi tutma, uzun staj süreleri ile fiilen mimar arzını kısma düşünceleri yersiz.)

Bu perspektifle (veya retrospektifle) 2005 gençlerimizin mimarlığa özendirilmesi, mimarlık mesleğini seçmeye yönlendirilmesi için de değerlendirilmeli. 2005 etkinliklerinde siyasi elitin unuttuğu mesleğimizi, yalnızca eleştirileri ile değil kentleşme sürecindeki bu hayati katkıları ile de sergileyerek, kamu kurumlarında mimar istihdamını arttıracak politikaları sağlamaya çalışmalıyız

Konuya canlılık getirdiği için katkına teşekkür eder, sevgilerimi iletirim.

Sait Kozacıoğlu
Ankara, 22 Mayıs 2003

2002 Genel Kurulu

2002 Mimarlar Odası Ankara Şubesi
Genel Kurul Bildirisi için Anahatlar

BUNALIM

Mimarlar Odası Ankara Şubesi Genel Kurulu bir yıldır ağırlaşarak süren bunalım ortamında toplanıyor.

Bunalım en derin olarak yapı üretiminde yaşanıyor. Yapı sektöründe durgunluk 17 Ağustos depremi ile başlamıştı. Bir yıldır süren mali çöküş nedeniyle yeni yapı girişimleri olanaksız kılındı. Genç bir nüfusa sahip olan ülkenin konut ve işyeri açığı büyüyor. Eğitimli – eğitimsiz işgücü için çalışma kapıları kapanıyor. Yapı sektöründeki yaygın bir işsizlik ve atıl kapasite mimarlar ve mimarlık firmaları için de geçerli. İşsizlik ve durgunluk ortamında ağır vergi yükü mimarlık firmalarını kapanmaya zorluyor.

Devletin kendisi arsa rantı peşine düşmüştür. Kentleşmenin niteliğini geliştirmek için kullanılabilecek kamu arazileri hazine açığını kapatmak için spekülatörlere peşkeş çekilmekte.

YENİDEN YAPILANMA

Yapı sektöründeki bunalım 2000 yılında ortaya çıkan mali çöküş ile ağırlaşmış olsa da nedenleri sektörün kendi işleyiş biçimindedir.

Kentleşme rantının süratle elde edilmesi üzerine kurgulanan yapı sektörümüz için deniz tükenmiştir. 17 Ağustos öncesindeki kentleşme ve yapılaşma artık sürdürülemeyecektir.
Sektör yeniden yapılandırılmalı. İmar planı + parsel mimarisi yerine, kentsel tasarım geliştirilmeli. Kamu yapılarının eskimiş tip projeler ve müteahhite bırakılmış projelendirme yerine yarışmalarla elde edilmiş, yerine ve zamanına uygun mimari tasarımlarla inşa edilmesi şarttır.

Mevcut yerleşmelerimiz ülkenin geleceğini tehdit edecek kadar yanlış biçimlendirilmiştir. Konut açığının karşılanması kadar, eldeki konut stoğunun ıslah edilmesi için de gerekli ekonomik koşullar yaratılmalıdır. Dünya Bankası ve AB katkıları batık kurumların işleyişini devam ettirmek yerine, kentlerimizin ve yerleşmelerimizin yeniden yapılandırılmasına yönlendirilmelidir. Deprem sigortası fonunda toplanan kaynaklar devlet borçlanması yerine yapılı çevrenin niteliğinin arttırılmasına yatırılmalıdır.